top of page

Minaredeki Yemin

  • Yazarın fotoğrafı: Ahmet Olcayer
    Ahmet Olcayer
  • 15 Haz
  • 8 dakikada okunur

1.BÖLÜM: "DELİORMANDAN GÖÇ İLE BAŞLAYAN DUA"


Muhsin'in soyundaki ilk sancak, Tuna'nın serin kıyılarında açılmıştı. Yüzyıllar boyunca harp zamanı akına çıkan, barış zamanı çift süren bir soydu onlarınki. At üstünde doğar, kılıçla büyür, toprağa dua ile eğilirdi. Soylarının adı, her ne kadar tarihe “akıncı” olarak geçmişse de, içlerinde bir dua halkası kadar yumuşaklık da saklıydı.

Veli Ağa, işte o geleneğin son temsilcilerindendi. Dedeleri Kanuni devrinde Vidin’e kadar sarkmış, ardından Deliorman’a kök salmıştı. Her bahar toprağa tohum atar, her sonbahar savaşa hazırlanırlardı. Ama 93 Harbi geldiğinde, Ruslar sadece toprakla değil, dinle de oynadı. Minareleri susturmak, ağır baskı uygulamak, dillerini değiştirmeye zorlamak... 


 Veli Ağa’nın sabrı, orada taştı.

“Bu harp değil, kalbe edilen bir küfürdür,” dedi Veli Ağa. O gün kararını verdi: Gideceklerdi. 

 

Kur’an’ı, bir avuç toprakla birlikte bir bez torbaya sardı. Toprak, baba mezarından alınmıştı. “Gittiğimiz yerde vatanın bir parçası da bizimle gitsin” demişti.

Yollara düşmeden önce köy camisinin kıble duvarına gözlerini dikti. “Bir gün torunum, yine böyle bir camide, dimdik duracak” dedi karısına.

Ve yürüdüler. Aylar süren göç. Açlık, hastalık, yağma... Her adımda bir hatıra, bir kişi, bir çocuk düştü yollara. Ama Veli Ağa düşmedi. 

Ve göç başladı. İstanbul’a vardıklarında, Osmanlı hükümeti tarafından Beykoz Tepeköy sırtlarında bir arazi tahsis edildi. Toprak taşlıydı ama toprağın önemi yoktu. “Ezan serbest olduktan sonra, taş da nimettir” dedi Veli Ağa.

Oraya bir ev, bir ahır ve küçük bir mescit kurdular. Oğlu Ahmet, babasının açtığı yolda çiftçilik yaptı, kimi zaman inşaat ustalığı yaptı. Ama evin içinde ezan sesi eksik olmazdı. Ve bir sabah, bu evi dolduracak yeni bir ses doğdu: Muhsin

Veli Ağa, torununu ilk kez kucağına aldığında, gözyaşlarını tutamadı. “Bu çocuk bir akıncı olmayacak belki ama… bu milletin içini akın edecek. Sözle, dua ile, vakarla... Onun kılıcı kelam olacak. Ama gerekirse yine çelik de taşır, dua da.”

Ve o günden sonra, küçük Muhsin’e akşam ezanı okunmadan önce bir dua öğretmek, ailede âdet oldu. Her gece, Veli Ağa elini torununun başına koyar, şöyle derdi: 

Sen bizim için buraya kaçmadın evlat, buraya dövülmeye geldin. Sana vurduklarında susma. Senin yerin ya minber, ya mihrap. Ya da gerekirse… siper” “Ey Rabbim, bu çocuğu minberde eğme, mihrapta eğdirme. Eğer eğilecekse, yalnız secdeye eğilsin.”


2.BÖLÜM: "NAĞMELERLE DİRENİŞ"


Muhsin, artık büyümüştü. 20’nci yüzyılın eşiğinde, İstanbul’un parçalanmaya yüz tutmuş semalarında çocukluğunu tüketmişti. Veli Ağa’nın duaları arasında, babası Ahmet’in nasırlı elleriyle kurduğu sofralarda büyüdü. Beykoz’un taşlı yollarında top oynadı, derelerde yüzdü, ama gözleri hep gökteydi. Çünkü İstanbul’un üstünde bir kara bulut geziyordu.

Cihan Harbi başlamış, Osmanlı toprağında askerler cephe cephe dağılmıştı. Beykoz sırtlarına şehit haberleri uğrar olmuştu. Ve bir sabah, Boğaz’dan geçen İngiliz savaş gemileri, şehri susturdu. Minareler ezanı fısıldar olmuştu. Kalpler Allah diye çarparken, ağızlar suskun kalmıştı.

Muhsin o gün, babasının dizinin dibindeydi. Ahmet, oğlunun gözlerine baktı: “Biz buraya kaçmadık oğlum. Hatırla, deden ne dedi: buraya dövülmeye geldik. Şimdi sıra sende.”

Muhsin, bu sözü kalbine kazıdı.

Henüz on dört yaşındaydı ama kararını vermişti. Mektebe yazıldı. Beyazıt’ta, camilerin gölgesinde ilim okudu. Arapça’yı, fıkhı, tefsiri, hattı öğrendi. Her ders arasında, işgal altındaki şehrin sokaklarında yanan öfkeyi gördü. Fransızca konuşan subaylar, İngiliz üniformaları, cami avlusunda diz çökmüş yaşlılar...

Muhsin, ilim mektebine adım attığı ilk günden itibaren yalnızca kitaplara eğilmemişti. İstanbul’un taş sokaklarında, Boğaz’ın sabah seherinde, eski plaklarda, musiki meclislerinde kulağına çalınan sesler, ruhunun bir başka kapısını aralamıştı.

Çocukluğunda dedesinin mescidinde ezan okurken bile sesi dikkat çekerdi. Ama asıl fark eden, medresede onu sessizce dinleyen hocalar olmuştu. Bir hocası, ders sonrası bir gün yanına gelip şöyle demişti:

“Evlat, senin sesinde yalnız ilim değil, ilham da var. Allah bazılarına kelâm verir, bazılarına da nağme. Sana ikisini de vermiş.”

O günden sonra Muhsin’in geceleri değişti. Gündüzleri fıkıh çalışıyor, geceleri ise bir köşede kağıda dizeler karalıyordu. Hafızası kuvvetliydi; Dede Efendi'den Itri'ye kadar pek çok eseri ezbere biliyordu. Zamanla kendi bestelerini yapmaya başladı. Ama bu besteler birer meşk değil, sanki dua gibiydi.

Bir tanesinde şöyle yazmıştı:

“Ey kalbim, neyleyeyim gamını ezanla dindirdim, Her nota bir secdeye düştü, her perde bir sitem oldu.”

Ancak içindeki bu musiki aşkı, zamanla ona bir iç sorgu da getirdi. “Acaba imam olan bir kişi, bu kadar içli bir nağmeye meylederek fazla mı dünyaya yakınlaşır?” diye düşündüğü geceler oldu. Ama sonra dedesinin sözünü hatırladı:

“Bu milletin içini akın edeceksin evlat. Sözle, dua ile, vakarla…”

Ve şunu anladı: Musiki de bir duadır. Nağmeler, kimi zaman kelamdan daha çok dokunur kalbe. İşte bu yüzden, yaptığı her besteye bir ayetlik sadelik, bir secdelik derinlik katmaya çalıştı.

İstanbul işgal altındayken, insanlar camiye korkarak gelirken, bazen gece mescidin kapısını çalan bir genç olurdu:

“Hocam, o ilahi var ya… Hani ‘Her perde bir sitem oldu’… Onu bir daha söyleseniz…”

Muhsin söylerdi. Ama hep başı hafif eğik, sesi duala karışık.

Çünkü onun için sanat da, secde de aynı yere varıyordu: Kalbin en sessiz köşesine.



3.BÖLÜM: "RUHUN İŞGALİ"


Muhsin, imamlık ve sanatkârlık arasında sıkışmış bir kalbin sahibi olmuştu. Sabah ezanını huşu içinde okur, öğleye dek mahallenin çocuklarına Kur’an öğretir; ama ikindiyle akşam arası kalbi başka bir şeyle çarpmaya başlardı.

Gençliğin verdiği heyecan, içindeki sükûnetle savaş halindeydi. Bir yanda mihrapta yere eğilen bir baş, öte yanda nağmelerle semaya yükselen bir ruh. İstanbul işgal altındaydı belki ama onun kalbi başka bir işgalin içindeydi: Aşkın, estetiğin, ilhamın işgali.

Bazı akşamlar, cemaat dağıldıktan sonra caminin minaresine çıkardı. Kimseye bir şey söylemezdi. Bir anahtar sessizce döner, taş merdivenler sessizce inilirdi. Orada, minarenin en yüksek yerinde, rüzgârla baş başa kalırdı.

Şehri seyrederdi. Surların arkasında yanan lambaları, Boğaz’a dökülen sabah sisini, ta Beykoz sırtlarına doğru savrulan kandil dumanlarını...

Ve bazen aşağıdan geçen kızlara takılırdı gözü. Kimisi peçeliydi, kimisi değil. Kimisi Rumelili, kimisi Kafkas muhaciri... Ama gözlerinde hep aynı şey vardı: Yolculuk. Bir yerden gelmiş, bir yere gidememiş, arada kalmış gözler…

O gözlerde ilham bulurdu. Onlardan biri için bir defasında şöyle yazmıştı:

“Geçti cami avlusundan, ayak sesini duyurdum minareye. Ne selâm verdi, ne selâsı vardı gözlerinin. Ama geçti, ve ben kaldım.”

Bu hâller onu bazen korkuturdu. “İmam adam bu kadar meyillenir mi kalbe?” derdi içinden. Ama sonra camide yalnız kaldığında, mihrap önünde eğildiği an şunu fark ederdi: İlham da secde gibidir. Zorla olmaz, gelir.


4.BÖLÜM: "MİNAREDE GÖRÜLEN LEYLA"


Bir akşam vaktiydi. Güneş, Beykoz sırtlarına doğru ağmakta; Boğaz, sessiz bir dua gibi kıvrılmaktaydı. Muhsin, yine minareye çıkmıştı. Bir nevi iç tavaf… Bazen nefsiyle, bazen kaderiyle, bazen de kendinden kaçmak istercesine… Adımları dönerken taş basamaklara, kalbi bir zikri tekrar eder gibiydi. Sonra yukarıda, minarenin şerefesinde, rüzgâr yüzüne çarptı. İstanbul’un hazin serinliği…

Ve o an… Leyla geçti.

Bir kervanın ardından kalan son bakış gibi, Bir rüyanın en parlak anı gibi… Bir kız geçti.

Tepeden baktığı sokakta, ince uzun bir siluet yürümekteydi. Elinde bir testi, başında beyaz bir örtü, Gözleri uzaklara değil – sanki doğrudan Muhsin’e bakar gibiydi.

Muhsin’in ayakları yere kök saldı. Yüzünde rüzgâr vardı ama gönlünde yangın. Bir ezan gibi yayıldı içinden geçen sözler. Kalbi onu yazdı. Parmağı deftere gitmedi. Çünkü o an – gözü kalem, kalbi kâğıttı.

Ve içinden şu güfte döküldü:

"Minare başında gördüm seni Leyla, Her kat sesimde bir ezan sustu." "Kalbime indin usulca, utanarak, Ne selâm verdin ne de selâ okundu."

"Ey yeryüzünden geçen dua sureti, Ben gökten seyrederken sana dokundum." "İlham mıydın, imtihan mıydın bilmem, Ama o gün, kalbimi Mevla susturdu."



5. BÖLÜM: LEYLANIN HİKÂYESİ: “Balkanların Ardında Kalan Ses”


Leyla, Prizren doğumlu bir göçmen kızı. Babası müderris, annesi bir musikişinasın kızı. 93 Harbi sonrası İstanbul’a sığınan binlerce aileden biri onlarınki. Saraybosna’dan, Manastır’dan, Üsküp’ten gelen yıkık hatıraların çocuklarından…

Babasını yolda kaybetmişler; annesi ve iki kız kardeşiyle Beykoz’un arka yamaçlarına sığınmışlar. Leyla, yaşça ortanca. Sessiz ama derin. Testiyle çeşmeden su taşırken şarkı söyleyen bir kız değil — ama suskunluğu bile melodi gibi bir genç kadın.

Leyla’nın annesi, geceleri kısık sesle Bosna ağıtları mırıldanır. O ezgiler, Leyla’nın içine işlemiştir. Ne zaman bir ezan duysa, ağlamaya başlar — çünkü babası bir sabah ezanı vakti kurşunlanmıştı.



6.BÖLÜM: "AVLUDA İLK SÖZ"


O sabah İstanbul, serin ve sessizdi. Cami avlusuna ince bir güneş vurmuştu. Güvercinler taşların arasından tespih taneleri gibi geçiyor, bir çocuğun annesinin eteğine saklandığı gibi saklanıyorlardı gölgelerde.

Muhsin, abdestten sonra bir kenara çekilmiş, sessizce dua ediyordu. Gözleri açıktı ama kalbi derindeydi. İçinden geçirdiği tek şey vardı: “Bugün yine görür müyüm onu?”

Ve o an — bir testinin tok sesi yankılandı avluda. Taşın taşa değdiği gibi değdi o ses kalbine. Başını kaldırdı. Leyla. Caminin çeşmesinde, testiye su dolduruyordu. Başında yine beyaz örtüsü, bakışları yine uzak… ama bu kez bir anlığına göz göze geldiler.

Leyla, başını eğdi. Ama gitmedi. Su damlamaya devam ederken, Muhsin birkaç adım attı. Kelimeler boğazına dizildi, sonra biri düştü:

"O güfteyi duydunuz mu?"

Leyla hafifçe döndü. Gözleri parlıyordu ama sesi kırıktı: "Ben ezanı dinlemeye alışmıştım... Ama ilk kez biri bana içinden bir şey okudu."

Muhsin sustu. Sustu, çünkü o sözde bir şey vardı. Bir acı mı, bir arzu mu, yoksa ikisinin arasında kalan bir hafıza mı?

"Ben de ilk kez birini ezan vakti gördüm," dedi.

Leyla gülümsedi. Ama o gülüş, bir tebessüm değil — sanki geçmişten gelen bir kırık aynanın parıltısıydı.

Testisini doldurdu, kapattı. Giderken durdu. Arkasını dönmeden söyledi:

"Benim adım Leyla. Ama sizin güfteniz bana 'Dua' dedi."


7.BÖLÜM: "İÇ HESAPLAŞMA"

“Sen bizim için buraya kaçmadın evlat, dövülmeye geldin. Sana vurduklarında susma. Senin yerin ya minber, ya mihrap… ya da gerekirse siper.”

Ama şimdi, vurulacağı yer kalbi olmuştu. Mihrapla siper arasına Leyla girmişti.


O gece Muhsin camide yalnızdı. Minarenin rüzgârı değil, mihrabın sükûnu sarıyordu onu. Dedesinin torbasından çıkan eski bir Kur’an yaprağını dizlerine koydu. Sayfada, Rahman suresinin şu ayeti vardı:

“Ellezî allemel beyan” "O, insana beyanı (anlatmayı) öğretti."

Sonra yanına düşen kâğıda baktı. Kendi kaleminden çıkan şu güfte: “Kalbime indin usulca, utanarak... Ne selâm verdin ne de selâ okundu.”

O an, secdeye eğilmiş kalbiyle değil, secdeye direnmeye çalışan aklıyla konuştu:

“Dedem, minberde eğilme demiştin… Mihrapta eğdirme demiştin... Ama ya kalbin eğilirse?”

İçinden sessiz bir ezan yankılandı. Ne dildeydi, ne duada. Sadece bir isme uzanıyordu:

Leyla.



8.BÖLÜM: "LEYLANIN KAYBI"


Bunlar Leyla’nın son sözleriydi Muhsine. Yüzünde göğe bakan bir gülümseme, elinde toprak testilerle uzaklaşmıştı avludan. Muhsin minareye çıkmış, gözleriyle Leyla’yı uğurlamıştı. Oysa bilmediği şey şuydu: Bir daha kimse o testilerden su içmeyecekti.

Leyla, testileri birer birer çeşmede doldururken sessizce dua etti. İlk kez hayata bu kadar yakın, ilk kez ölüme bu kadar uzaktı. Ama o uzaklık, bir nefes kadar kısaydı. Arkasından ayak sesleri duyduğunda dönmedi. İnsan bazı kötülükleri sezdiğinde, onlara bakmaz. Sadece kaçmak ister.

Ama kaçamadı.


Ermeni çetesi, o civarda haftalardır dolaşıyor, Müslüman haneleri korkutuyordu. Leyla’nın da dikkatlerini çektiği belliydi. Başı kapalı, ama gözleri parlayan bir kadın olarak, onların hem nefretini, hem de şehvetini üzerine çekmişti.

Üç kişilerdi. Önce sözle saldırdılar:

“Müslüman kadınısın ha? Hadi şimdi Allah’ını çağır!” Sonra testileri tekmelediler. Toprak kırıldı, su toprağa karıştı, Leyla yere düşmeden önce testiler kırılmıştı.


Zorlukla çığlık attı. Ama civarda kimse yoktu. Ve gök, o gün çok yüksekti.

“Ne olur... dokunmayın... ne olur...” Sesi, bir annenin duası gibiydi. Ama onlar annesiz büyümüş adamlardı. Vicdanları, kazmalarla öldürülmüştü.


Leyla direnmeye çalıştı. Saçlarından sürüklendi, elbiseleri parçalandı. Bir dua mırıldandı:

“Muhsin… affet beni... beni Allah'a emanet et…” Sonra bir çığlık daha — ve sessizlik.


Bir çam ağacının altında, üzerinde toprağın izleriyle, Leyla’nın cansız bedeni bırakıldı.

Gözleri açıktı. Ama artık hiçbir şey görmüyordu.


Ertesi gün...

Bir çoban buldu cesedi. Camiye haber verdi. Cemaate daha duyurulmadan, bir çocuk koşarak Muhsin’in önüne geldi.

“Abi… Leyla’yı öldürmüşler… su testileri dağılmış, her yerde kan vardı…”

Muhsin ne dedi bilinmez. Ama o anda elindeki Kur’an’ı yere bıraktı. Ve kalbindeki bir dua, yerini bir yemine bıraktı:

“Bu dünyada artık kimseye sözüm yok… Bu dünyada artık Allah’tan başka hüküm yok…”



9.BÖLÜM: "CAMİYE SIĞMAYAN ÖFKE"


Camide garip bir sessizlik vardır. Minarede ezan okunmaz. İmam efendi, gözleri yaşlı, elleri titrek. Halkın bir kısmı hüngür hüngür, bir kısmı dişlerini sıkmakta.

Ama biri vardır ki hiç ağlamaz: Muhsin. Elinde dedesinden yadigâr tespih, başında siyah bir sarık, gözleri ölü bir deniz gibi durgun.

İmam tam hutbeye çıkmak üzereyken, Muhsin kürsüye yürür.

Ayakkabılarını çıkarmadan girer mihraba. Ayağındaki çamur, caminin saf halısına bulaşır. Halk şaşkın. Ama Muhsin konuşur.


“İmam efendi… Bu kürsüden dua isteme artık… Gavurun tasallut ettiği bir memlekette, biz hâlâ cennet mi bekleyeceğiz?”

Bir uğultu yükselir. Yaşlılar “Sus evladım,” der gibi bakar. Gençler ise doğrulur, bir şeyler olacaktır.


“Leyla… bu toprağın en saf suyuydu. Bugün o suya kir karıştı. Siz hâlâ abdestle mi meşgulsünüz?”

İmam, ağlamakla bağırmak arasında, sadece bir cümle fısıldar:

“Evladım… bu bir camidir…”

Muhsin ise başını kaldırır, minareye bakar.


“Minareden ezan okunsa ne fayda? Sesin ulaştığı yerde namus toprağa düşmüşse, artık o toprak ne mukaddestir ne mescit.”

Bir tokat gibi çarpar bu söz.

Sonra elini cübbesinin içinden uzatır. Bir zamanlar dedesinin kuşandığı, eski bir Mauser tabancasını çıkarır. Ve halkın gözleri önünde, camide silah kuşanır.


“Benim artık kıblem bellidir: Gavurun üstüne kurşun sıkan her yer, kıblemdir.”

“Benim artık safım bellidir: Elleri kanda olmayan her Müslüman, gafildir.”


Birkaç genç onun ardından camiden çıkar. Bazı yaşlılar diz çöker, ağlar. Bazıları da başlarını sallar; “Veli Ağa’nın kanı konuştu” derler.

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
Küfrün Düğümü

Yıllardır yaşıyorum seni yalnız ve yalın sense onun koynundasın, o farkında değil boynunun Bir yerleri arayıp giderken düşüyorsun aklıma...

 
 
 
Gepetto

Önce sustu şair, sonra ölüm gibi konuştu, bir şiire gözlerini döktü, gördüm. Gördüm, kırılmaya en müsait yerleri, değme güzel...

 
 
 
Herkes Biraz Dağılır

Kardeşim, Kadıköye inelim yarın, yürüyelim arasında yağmalanmış ruhların, hayat bizi beklemez yükümüz ağır, elbet bir gün diyelim yine,...

 
 
 

Comments


bottom of page